Mycobacterium tuberculosis insan ölümünlerine yol açan en önemli insan patojenlerinden biridir. Bu patojenitenin virülanslığında en önemli yapı hücre duvarı olup mevcut antibiyotik rejimlerinin çoğunda hedeftir ve hücre duvarı sentezinde yer alan temel enzimler hedef alınmaktadır. Tüberküloz tedavisinde etambutol, izoniazid, rifampisin ve pirazinamidden oluşan bir antibiyotik kombinasyonları uzun yıllardır kullanılmakta olduğundan hedef enzimlerde veya ilaç aktivasyon yollarında mutasyonlar oluşmakta ve çoklu ilaca dirençli suşların ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Birinci basamak ilaçlara karşı direnç tespit edildiğinde ikinci basamak ilaçların (kinolon, kapreomisin, etionamid ve streptomisin gibi) kombinasyonları ile alternatif tedavi seçenekleri oluşturulmaktadır. Mevcut ilaçların çoğu ve geliştirilmekte olan ilaçlar hücre duvarını hedeflemekte olup ilaç inhibisyonunun ve direncinin biyosentez yollarının ve mekanizmalarının anlaşılması oldukça önemlidir. Proinflamatuar sitokinler tümör nekroz faktörü-α (TNF-α), interlökinler (IL-6, IL-8, IL-1 β, IL-10, IL-12 (p40) ve IL-27), mononükleer fagositler tarafından üretilir ve her ikisi de enfeksiyöz ajanlara karşı konak inflamatuar yanıtını indüklemektedir. Bu çalışmada, mikobakterilerin konak hücreyi infekte etme sürecinde rol oynayan TNF-α, IL-6, IL-8, IL-1 β, IL-12 (p40), IL-10 ve IL-27 gibi önemli genlerin Mycobacterium avium standart suşu ile ilaç muamelesi yapılmayan/yapılan hücre kontrol grubuyla kıyaslanarak moleküler mekanizmasının açıklanması amaçlanmıştır. Bu amaçla bu projede mikobakteri konak etkileşiminde önemli rol oynayan enzim ve yolakların aydınlatılması için hücre kültüründe ilaçların gen ekspresyonları üzerinde etkinliklerini değerlendirilecektir.
Helicobacter pylori Gram negatif, spiral şekilli dünya nüfusunun yarısından fazlasını enfekte eden kronik gastrit, peptik ülser, dispepsi hatta gastrik kansere sebep olabilen mikroaerofilik bir mikroorganizmadır. Bakteriye karşı artan antimikrobiyal direnç ve antibiyotik tedavisinin yol açtığı yan etkiler sebebiyle, tedaviye uyumsuzluk yüksek oranda olup, tedavi başarısının düşmesiyle sonuçlanmaktadır. H. pylori oluşturduğu kronik inflamasyon oluşturduğu hastalıklarda başat rol oynamaktadır. Günümüzde H. Pylori'nin tedavisinin çoğu durumda yetersiz kalması yeni ilaç ya da yeni formülasyonların arayışlarını tetiklemektedir. Bu yeni ilaç araştırmalarının çoğu düşük toksisiteleri sebebiyle doğal ürünler üzerinde fazlaca tercih edilmektedir. Fındık, zeytin gibi bitkilerin önemli bir komponenti olan Oleik asit tekli doymuş bir yağ asitidir. Antimikrobiyal, antiinflamatuar, antiapoptotik ve antioksidan gibi zengin farmakolojik etkilerinden dolayı ilgi çekmektedir. Biz bu çalışmada AGS hücre hattında, oleik asitin H. pylori tedavisinde kullanılan birinci basamak antibiyotiklerle kombine kullanımlarının anti-inflamatuar ve antiapoptotik etkinliklerini, konvansiyonel tedavi yöntemleriyle kıyaslı olarak değerlendirmeyi amaçladık. Bu amaçla tedavi ve kontrol gruplarında TNF-a, NRF-2, Bax ve Bcl-2 ekspresyon seviyeleri q-PCR yöntemiyle, bu gen ürünleri olan protein sentezlerini de Western Blot yöntemiyle araştırmayı hedefledik.
Probiyotiklerin bağışıklık sistemini düzenlemedeki fonksiyonel rolünü anlayabilmek modern tıp çağında önemli bir role sahiptir. Probiyotikler, yeterli miktarlarda tüketildiğinde konağa sağlık açısından yarar sağlayan canlı mikroorganizmalar veya mikroorganizmaların bir kombinasyonudur. Probiyotik mikroorganizmaların immünomodülatör aktiviteleri uzun zamandır bilinmektedir ve aynı zamanda patojen mikroorganizmalara karşı salgıladıkları önemli biyoaktif komponentler, konak savunmasında rol oynayan önemli sekresyon ve enzimleriyle güçlü immünmodülatör olarak son yıllarda yoğun çalışmaların sürdürüldüğü bir alan olmuştur. Bu probiyotik mikroorganizmaların önemli türleri arasında Laktobasiller, Bifidobakteriler ve Streptokoklar sayılabilmektedir. Bu çalışmada; mikrobiyotanın önemli yerleşenleri olan bakterilerin Lactobacillus casei, Lactobacillus bulgaricus, Streptecoccus thermophilus ve Bifidobacterium longum biyoaktif metabolitlerinin mikrobiyotanın konak savunma mekanizması üzerindeki etkinliğini hem in-vitro olarak, hem de hayvan modelinde farelerde T hücre fonksiyonlarını regüle eden genlerin (IL-1β, IL-2, IL-6, IL-10, IL-12, IL-17, TNF-α, NF-kB ve IFN-γ) ekspresyonları Real-Time PCR yöntemiyle araştırılacaktır.
İlaç dirençli M.tuberculosis suşları tarafından oluşturulan infeksionlar tüm dünyada önemli morbidite ve mortalite sebebidir. En az izoniazid ve rifampine dirençli olarak tanımlanan çoklu ilaca dirençli (MDR) Mycobacterium tuberculosis suşları dünya çapında görülen çok ciddi sağlık tehdidi olarak ortaya çıkmıştır. M. tuberculosis genomunda görülen mutasyonlarla ilişkili olduğu bilinen dirençte rpoB ve katG mutasyonları sırasıyla rifampin ve izoniazid direnciyle ilişkilidir. Bu çalışmada ilaç bölgemizdeki M.tuberculosis kökenlerinde ilaç direnç profillerinin belirlenmesi ve dirençli kökenlerde bu rpo ve katG mutasyonlarının frekansının araştırılması amaçlanmıştır.
Çoklu ilaca dirençli bakteriler günümüzde en önemli mortalite sebepleri arasında yer almaktadır. Sadece Avrupa Birliği ülkelerinde yılda yaklaşık yediyüz bin enfeksiyon ve kırk bine yakın ölüme yol açtığı bildirilmektedir. Bu ölümlere yol açan bakteriler arasında Gram negatif bakteriler ilk sıralarda yer almaktadır. Çoklu ilaca dirençli Escherichia coli, Pseudomonas aeruginosa ve Klebsiella pneumoniae gibi patojenler bu bakterilerin başında yer almaktadır. Bu patojenler antibiyotiklerin etkisi ortadan kaldıran çeşitli mekanizmalar kullanarak ilaçlara direnç geliştirebilmektedir. Bu mekanizmaların başında ilaçları inaktive edici enzim salgılamaları, antibiyotik hedeflerindeki değişiklikler veya hücre içi antibiyotik konsantrasyonunun azalması gibi mekanizmalar yer almaktadır. Bu mekanizmalar ilaçları etkisizleştiren mekanizmaların başında gelmektedir. İlaç direncinin önüne geçilebilmesi için ilaç kombinasyonlarının uygulanması, çeşitli sentetik ve doğal ürünlerle kombine tedaviler ve çeşitli moleküllerden faydanılmaktadır. Biz bu çalışmada ilaç dirençli Gram negatif bakterilerde çeşitli moleküllerin (Likopen, Rosmarinik Asit, Linalol) ilaç direncinin kırılmasında etkinliklerinin araştırılmasını amaçladık. Çalışmada Vero hücre hattı kullanılacaktır. Moleküllerin (Likopen, Rosmarinik Asit, Linalol) sitotoksisite ve aktivite testleri Vero hücreleri üzerinde yapılacaktır. Non-toksik konsantrasyonlarda bu üç molekülün konak hücre adezyonu ve invazyon testleri çalışılacaktır. Yine non-toksik konsantrasyonlarda bu üç molekülün RT-PCR yöntemiyle ilaç direnç genlerinin ekspresyon seviyeleri üzerindeki etkinlikleri araştırılacaktır.
Staphylococcus aureus dünya çapında en önemli morbidite ve mortalite etkenlerinden biridir. Bu patojen basit yüzeyel cilt enfeksiyonlarından hayatı tehdit eden derin doku enfeksiyonlarına kadar geniş yelpazede hastalık yapabilen bir bakteridir. Mikroorganizmanın patojenitesinde ilaç direnci ile virülans faktörleri önemli rol oynamaktadır. S.aureus enfeksiyonlarının tedavisi artan ilaç direnci sebebiyle gün geçtikçe daha da zor hale gelmektedir. Direncin yanında enfeksiyonun prognozunda mikroorganizmanın virülans faktörleri de temel rol oynamaktadır. S. aureus'un sahip olduğu çok çeşitli enzim ve toksinler mikroorganizmanın patojenitesinin önemli belirleyicileridir.Biz bu çalışmada S.aureus kökenlerinde ilaç direnci ve virülans faktörleri arasında korelasyonun varlığını göstermeyi amaçladık. Bu amaçla üriner ve akciğer enfeksiyonu kökenli izolatlarda antibiyotik direnç profillerinin mikroorganizmanın biyofilm, mecA, coa, nuc, hla, hlab, pvl, tsst-1 genlerinin varlığını PCR yöntemiyle araştırmayı amaçladık.
Probiyotik mikroorganzimaların, çeşitli yollarla insan patojenlerine karşı savunmada önemli rol oynadıkları bilinmektedir. Probiyotikler kolonize olduğu vücut bölgelerinde bir takım metabolik ürünler salgılayarak patojen mikroorganizmaların üreyip çoğalmalarını inhibe etmektedirler. Bu çalışmada Bifidobacterium ve Lactobacillus genusları içinde yer alan probiyotik mikroorganizmalar kullanılacaktır. Bu mikroorganizmaların üretildiği ortamlardan elde edilecek olan metabolik ürünlerin P.aeruginosa, S. aureus, Proteus mirabilis ve E.coli'ye karşı antimikrobiyal etkinliği araştırılacaktır. Ayrıca bu metabolik ürünler antiviral etkinliğinin varlığı influenza virusa karşı araştırılacaktır. Çalışmada tüm bakteri suşları standart kökenler arasından seçilip Mueller-Hinton Broth bakterilerin üretilmesinde kullanılacaktır. İnkübasyonu 37 °C'de gerçekleştirilecektir. Probiyotik mikroorganizmalar Mueller-Hinton besiyerinde 72 saat inkübe edildikten sonra besiyerinde biriken metabolik ürünler toplanacak ve filtre edilerek sterilize edilecektir. Her bir bakteri suşuna bu filtratların antimikrobiyal etkinliği bu metabolik ürünlerin 512 µg/ml' den 1.56 µg/ml' ye dilüsyonları yapılacaktır. Antiviral etkinlik çalışmaları influenza virusunun klinik suşları üzerinde gerçekleştirilecektir. Daha önce influenzalı bir hastadan H3N2 suşu kullanılacaktır. Antiviral etkinlik çalışmaları da probiyotik mikroorganizmaların metabolik ürünlerinin farklı konsantrasyonları üzerinde hücre kültürlerinde araştırılacaktır.
Periodontal hastalık mikrobiyal dental plakta bulunan bakterilere karşı oluşan konak yanıtından kaynaklanan ve periodontal dokularda yıkımla sonuçlanan, kronik enflamatuvar bir hastalıktır. Birçok çalışmada periodontitis ile obezite arasındaki çift yönlü ilişki rapor edilmiş, obez bireylerde oluşan düşük dereceli kronik sistemik enflamasyonun periodontal yıkıma katkı sağlayabileceği ifade edilmiştir. Bu doğrultuda çalışmamızda periodontal hastalık obezite ilişkisinde salya ve serum adipokin düzeyleri ve enflamatuvar belirteçlerin değerlendirilmesi ve bu iki hastalığın ortak patogenez basamaklarının aydınlatılması amaçlanmaktadır.
Candidaların özellikle de Candida albicans'ın antifungal ilaç direnci ve virülan özellikleri dünya çapında artan bir sağlık sorunudur. Candidalar mukozal yüzeylerde kolonize olabilen ve fırsatçı infeksiyonlara yol açan mikroorganizmalarlardır. Genito-üriner kandidiyaz en yaygın candida enfeksiyonları arasında yer almaktadır. Candidalar HWP1 (hifal duvar proteini 1), ALS (aglutinin benzeri sekans), SAP (salgılanan aspartil proteazlar), PL (fosfolipazlar) ve LIP (lipazlar) gibi önemli virulans faktörlere sahip olup, bu faktörler infeksiyonun patogenizinde oldukça önemli rol oynamaktadırlar. Aspartil proteazlar, fosfolipazlar ve lipazlar, konak epitelinde hücre zarlarının parçalanmasında rol oynayarak, kolonizasyon ve invazyonu arttırmaktadır. Başta azol grubu olmak üzere antifungal ajanlara dirençli C. albicans'ın artışı, ciddi bir sağlık sorunu olup tedaviyi zorlaştırmaktadır. Azollere karşı dirençten sorumlu mekanizmalar arasında CDR1 ve CDR2'nin aşırı ekspresyonu ve multidrug eflux pompasını kodlayan MDR1 sayılabilir. Sırasıyla C22-desatüraz ve sterol 14????-demetilazda değişikliklere neden olan ERG5 ve ERG11'deki mutasyonların da azol direnci ile ilişkili olduğu bildirilmektedir. Çalışmamıza genito-üriner yakınmaları sebebiyle hastanemize müraccat eden hastalardan idrar ve genital swap numuneleri alınacaktır. Çalışmaya 200 dolayında hasta dahil edilecektir. Serviks kanseri olan, gebe kalan, antibiyotik tedavisi altında olan veya son 30 günde antifungal ilaç alan hastalar çalışmaya dahil edilmeyecektir. Steril swablar kullanılarak her hastanın servikovajinal boşluğundan iki numune alınacaktır. Birinci swap ışık mikroskobu ile maya, hifler veya psödohifanın varlığını gözlemlemek için kullanılacak, ikincisi ise Mueller-Hinton sıvı besiyerine inoküle edilecerek 37 °C'de 24 saat inkübe edilecek ve ardından Saboraud Dextroz Agara (SDA) pasajlanacaktır. Candida kökenleri konvansiyonel tanımlama yöntemleri, otomatize kültür yöntemleri, germ tüp testi ve ITS1 ve ITS2 rRNA lokuslarının PCR amplifikasyonu yapılarak identifiye edilecektir. Candida türlerinin bazı antifungal ilaç duyarlılıklarının tespiti için otomatize sistem kullanılacaktır. Genetik virülans markırlarının ve azol dirençli genlerin PCR ile saptanmasında Tablo'da verilen primerler kullanılcaktır. ALS1 ve ALS3 [17], HWP1 [18], SAP1 [19], SAP4-SAP6 [20], LIP1 -- LIP10 ve PLB1-PLB2 [13] ve CDR1 ve MDR1 [ 21]. Azol direnci ve virülans genlerinin amplifikasyonu ve tespiti için PCR yöntemi kullanılacaktır.
E.coli ve Klebsiella türleri Enterobacteriacea ailesine ait hem toplum kökenli hem de hastane kökenli infeksiyonlara yol açan Gram negatif ve çubuk şeklinde bakterilerdir. E.coli üriner sistem infeksiyonları, kan yolu infeksiyonları, kulak yolu, yara yeri infeksyonları, diyare gibi oldukça farklı organ ve dokularda infeksyonlara yol açan önemli bir patojendir. E.coli gibi Enterobacteriacea ailesinden olan Klebsiella cinsi mikroorganizmalar da son derece önemli insan patojenleri arasında yer almaktadır. Klepsiella türü mikroorganizmalar Gram negatif, sporsuz, fermentasyon yapan fakültatif anaerob, çubuk şeklinde hareketsiz bakteriler olup, insanlarda mukozal yüzeylere affinitesi yüksektir. Gerek E.coli ve gerekse de Klebsiella türü bakterilerde kolonizasyon oranı hastanede yatış ve antibiyotik kullanımına göre artış göstermektedir. Biz bu çalışmada çeşitli klinik örneklerden etken olarak izole edilen Klepsiella ve E.coli suşlarında PCR yöntemiyle qnrA, qnrB, qnrS, KPC, mcr-1, magA, rmpA, wcaG viruşlans ve direnç genlerini belirlemeyi amaçladık. Çalışmaya 200 örneğin dahil edilmesi planlanmıştır. Marazi materyalden alınan klinik örnekler transport besiyerine alınarak standart transport besiyeri içinde kültür laboratuvarına ulaştırılacaktır. Laboratuvara gelen örnekler Eozin Methylene Blue (EMB) agara inoküle edilerek 37 C'de 24 saat inkübasyona bırakılacaktır. İzole edilen kökenler konvansiyonel teknikler kullanılarak rutin biokimyasal testlere dayalı olarak identifiye edilecektir. Suşların antibiyotik duyarlılıkları ve GSBL üretimi CLSI (Clinical Laboratory Standards Institute) kriterlerine göre belirlenecektir. İzole edilen Klepsiella ve E.coli bakterilerinin ampisilin, amoksisilin, piperasilin/tazobaktam, sefuroksim, seftazidim, seftriakson, sefepim, ertapenem, meropenem, gentamisin, amikasin, siprofloksasin, tigesiklin, colistin'e karşı direnç durumları belirlenecektir. GSBL üretimi seftazidim ve seftazidim/klavulonat veya sefotaksim ve sefotaksim/klavulonat disklerinin kullanıldığı kombine disk yöntemi ile saptanacaktır (Clinical and Laboratory Standards Institute). Çalışmamızda idrar ve solunum yollarından izole edilen E.coli ve Klepsiella suşlarında kinolon direnç genlerinin (qnrA, qnrB, qnrS) varlığını, mukoza ilişkili virulens faktörlerini (magA, rmpA, wcaG), karbepenemaz (KPC) ve kolistin (mcr-1) direnç genlerinin sıklığını araştırmayı amaçladık. Böylece, bölgemizde E.coli ve Klepsiella suşlarının direnç profilleri belirlenecek ve sonuçlarımız bu suşlarla oluşan enfeksiyonların tedavisi için yol gösterici olacaktır. Bu sayede bu tür infeksiyonların mortalite ve morbidite oranlarının azalacağı düşünülmektedir.
Diş çürüğü, tüm yaş gruplarının en bulaşıcı diş hastalığıdır ve bir kişinin genel sağlığını etkiler. Çocukluk Çürüğü çok faktörlü bir diş hastalığıdır ve eğer tedavi edilmezse rahatsızlık, diş yapısı bozulması ve erken diş kaybı ile sonuçlanır. Steptococcus mutans (S.mutans) ana kariojenik mikroorganizmadır . S.mutans enerji için şekeri parçalayıp asidik çevre üretir ve dişin yüzeysel yapılarının demineralize olmasına, diğer bir deyişle mine ve dentin kaybına neden olur. S.mutans yatay ve dikey olarak iletilebilir. Son çalışmalara göre dikey mod okul öncesi çocuklarda yataydan daha yaygındır. Temel olarak aktarılan genotipler, annelerden çocuğa çürüğün iletilmesinden sorumludur. Nüfustaki genotipik çeşitliliği ile ilgili çalışmalar yapılmamıştır.Bu nedenle, S.mutanlar'ın ana kariogenik genotiplerini ve bunun bulaşmasının araştırılması gerekmektedir Bu araştırmada anne-çocuk tükürük örneklerinden, Streptococcus Mutans geçisi, hazır çürük tespit kitleri ive laboratuar ortamında aynı anda değerlendirilerek hazır kitlerin güvenilirliklerinin değerlendirilmesi, çürük risk profili belirlenmesi, bunu takiben bireye özgü profilaksi ve tedavi yaklaşımlarının araştırılması amaçlanmıştır.
Modern tıptaki gelişmelere rağmen, kanser hala gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde morbidite ve mortalite'nin en önemli nedeni arasında olmaya devam etmektedir. Melanoma, Dünya çapında son yıllarda giderek artış gösteren insan kanserleri arasında en etkili ve tedavisi en güç olan kanserlerdendir. Mortalite oranı yaklaşık olarak %20 civarlarında ve diğer organlara metastaz yapabilme eğilimleri olduğundan dolayı deri kanserleri ile ilgili ölümlerin %80'den sorumludur. Bitkiler, insan hastalıklarının tedavisinde terapötik olarak uzun bir geçmişe sahip olup yıllardır ilaçların kaynağı olarak kullanılagelmiştir. Inula bitkisi, yüzden fazla türü olan Avrupa ve Asya'da yaygın olarak görülen bir bitkidir. Avrupa, Asya, Afrika'da yaygın olarak bulunur. Dünyada Inulan'ın bazı türleri modern tıpta tedavi amacıyla kullanılmaktadır. Bu çalışmada araştırmanın amacı, bölgemizde yetişen Inula spp.'nin ekstraklarının üç farklı insan melonoma hücreleri üzerinde (A2058 cell line, meWo cell line ve SKmel cell line) antitümoral etkisini hücre apoptozu üzerinden araştırmaktır. Çalışmada öncelikle inula ektrelerinin sağlıklı insan hücreleri üzerinde MTT yöntemiyle sitotoksisite çalışmaları yapılacak, non-sitotoksik konsantrasyonları üzerinde melonoma hücre kültürleri üzerinde antiproliferatif özellikleri NF-κB, Bcl-2 ve Bax genlerinin mRNA ekspresyon düzeyleri araştırılacaktır.
Candidalar oral floranın yerleşenleri arasında bulunan bazı durumlarda ise infeksiyonlara yol açabilen mikroorganizmalar arasında yer almaktadır. Doğada binlerce mantar türünün olduğu bilinse de, çok küçük bir kısmın insanlarda patojen olduğu ve önemli morbidite ve mortaliteye yol açtığı bilinmektedir. Mantarlar arasında en önemli grubu Candidalar oluşturmaktadır. Candidalar hem tıbbi açıdan risk taşıyan hem de sağlıklı bireylerin ağız içi boşluğunda yaygın olarak bulunabilmektedir. Bunun yanında sağlıklı bireylerin sindirim sistemi, anüs, kasık, vajinal kanal ve vulva bölgelerinde de bu türlere flora yerleşenleri olarak rastlanmaktadır. Candida infeksiyonlarının görülme sıklığı son yıllarda pek çok ülkede artış gösterdiği bildirilmektedir. Kandidiazis kısmen kendini sınırlayıcı olmakla birlikte, büyük ve potansiyel hastalıkların habercisi de olabilmektedir. Görünüşte ağız boşluğunun zararsız bir infeksiyonu şeklinde belirse de tehlikeli bir şekilde ilerleyebilir ve vücudun diğer bölgelerine kolayca yayılabilmektedir. Bu durum hastanın hayatını tehdit edebilir bir düzeye ulaşabilmektedir.Candida türleri insanlardaki fırsatçı infeksiyonların major sebebidir. Son yıllarda sağlık hizmetlerindeki gelişmeler ve tedavi metodlarına rağmen invaziv sistemik kandidiyazis insidansı belirgin şekilde artmıştır. Rutin laboratuvarlarda DNA amplifikasyon teknikleri kullanılarak Candida infeksiyonlarına yol açan tiplerin tanısı ve hatta ilaç dirençlerinin belirlenmesi kolayca yapılabilmektedir. Konvansiyonel tanı yöntemlerinin çoğunda zaman alıcı olması, düşük sensitivite ve spesisifitede olmaları ve türler arasındaki düşük ayırım gücü gibi problemler görülmektedir. Ayrıca albicans dışındaki Candida türlerinin immunsupressif hastalarda ve kök kanal tedavisi gibi özel tedavi uygulanan bazı hasta gruplarında daha sık izole edilebileceği ve albicans dışı türlerde yüksek ilaç direninin gözlenmesi Candida türlerinin ve bu türlerin ilaç dirençlerinin hızlı ve güvenilir yöntemlerle belirlenmesi oldukça büyük öneme haizdir. Biz bu çalışmamıda kök kanal tedavisi yapılan hastalardan izole edilen Candidalarda ITS1 ve ITS2 bölgelerinin amplifikasyonu takiben ve RLFP yöntemi kullanılarak genotiplendirilmesi yapılacaktır. Ayrıca genotiplendirilmesi yapılan alt türlerin azol ilaç direnç genlerinin varlığı da PCR yöntemiyle araştırılacaktır.
Grup B streptokok (GBS) veya Streptococcus agalactiae, anneden bebeğe vertikal yolla bulaşan en önemli enfeksiyon ajanlarından biridir. Streptococcus agalactiae, yenidoğanlarda sepsis, zatürree ve menenjit gibi önemli morbidite ve mortaliteye yol açan etkenlerden biridir. Bu mikroorganizma gebelerde ve altta yatan herhangi bir hastalığı olan yetişkinlerde de önemli enfeksiyon etkenidir. Annelerde kolonizasyonun geçici olabildiği de bildirilmiştir. Bebekte infeksiyon gelişme olasılığı kolonizasyon oranın düşük veya yüksek olması ile ilgili olduğu bildirilmiştir. İnfeksiyon riski bakterinin yoğun kolonize olduğu annelerde diğer annelere oranla 2-3 kat daha yüksek olabileceği bildirilmiştir. Yaşamın ilk iki gününde meydana gelen enfeksiyonlar genellikle maternal organizmalara maruz kalma sebebiyle olmaktadır. Koryoamnionitis, gebelikte GBS bakteriüri, maternal rektovajinal kolonizasyon, anne sıcaklığı 38.0 °C veya daha yüksek olması, preterm doğum ya da 37. haftadan az olmayan membranların preterm rüptürü, membran rüptürü ve doğum arasındaki uzun sürenin olması gibi faktörler yenidoğanlarda bulaşma ve enfeksiyon açısından önemli risklerdendir. Biz bu çalışmada Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Araştırma Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Polikliniklerine başvuru yapan 35-37. hafta gebelerden alınan vajinal sürüntü örneklerinde Streptococcus agalactiae frekansı ve genotiplendirilmesini belirlenmesini amaçladık. Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Araştırma Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Polikliniklerine başvuran gebeliğin 35-37 haftalarında olan 200 gebeden alınan vajinal sürüntü örnekleri çalışmaya dahil edilecektir. Çalışmada gebelerden vajinal sürüntü örnekleri alınarak uygun transport besiyerine Mikrobiyoloji kültür laboratuvarına gönderilecektir. Her hastadan 2 örnek alınacak ve örneklerden biri kültür izolasyonu için diğeri PCR çalışması yapılıncaya kadar örnekler -20 ° C'de saklanacaktır. Kültür için laboratuara gelen örnekler kanlı besiyerlerin...
Yeni terapötik arayışında bitkiler biyolojik olarak aktif maddelerin ana kaynaklarından biri olarak kabul edilmektedir. Geleneksel tıpta kullanılan bitkiler potansiyel bir aktif bileşik kaynağı olarak büyük ilgi görmektedir. Ayrıca, bitkisel ürünler genellikle daha az toksik olup, sentetik ilaçlara göre daha az yan etkiye sahiptirler. Dünyada çok sayıda bitki, çeşitli farmakolojik özellikleri için sürekli taranmaktadır. Özellikle total bitkiden ziyade etkin bitkisel komponentler üzerinde çalışmalar yoğunlaşmaktadır. Bu önemli fitokimyasallar arasında α-Pinene, Thymol, Carvacrol, γ-Terpinene, Eucalyptol, Eugenol ve Cymene gibi fitokimyasalların sahip oldukları farmakolojik özellikleri dikkat çekicidir. Günümüzde konvansiyonel kanser tedavisinde kullanılan ilaçların yan etkileri ve tedaviye karşı oluşan direnç sebebiyle kanser hücrelerinin proliferasyonunu durdurucu yeni ilaç araştırma çalışmaları son derece önemlidir. Birçok medisinal bitkinin antikanserojen aktivitesi konusunda dünyanın çeşitli yerlerinde in vivo ve in vitro çok çeşitli çalışmaya rastlanılabilse de α-Pinene, Thymol, Carvacrol, γ-Terpinene, Eucalyptol, Eugenol ve p-Cymene gibi fitokimyasalların antineoplastik etkilerinin çeşitli hücre hatlarında ve fare solid tümör modelinde bu komponentlerin etkinliğinin araştırıldığı kapsamlı bir çalışma bulunmamaktadır. Apopitoz, bir hücre içi program tarafından organize edilen hücre ölümü düzenlenmesi olarak tanımlanır. Antikanser ilaç araştırma ve geliştirme çalışmalarında aktif komponentlerin apoptotik etkilerinin araştırılmasında kaspaz 3, kaspaz 8, kaspaz 9, Bcl-2, Bax, Bid ve p53 gibi apoptotik ve anti-apoptotik genlerin ekspresyonlarının gösterilmesi oldukça önemlidir. Çalışmada α-Pinene, Thymol, Carvacrol, γ-Terpinene, Eucalyptol, Eugenol ve Cymene'in farklı insan kanser hücre hatları (meme (MCF-7), akciğer (A-549), melanoma (A-2058)) üzerinde antiproliferatif etkilerinin varlığınının araştırılmasını kaspaz 3, kaspaz 8, kaspaz 9, Bcl-2, Bax, Bid ve...
Mikrobiyal dental plağın birikmesi ile diş çevre dokularında meydana gelen inflamasyon ilerleyerek dişeti kanaması, alveolar kemik ve ataçman kaybı ve sonuç olarak diş kaybına neden olabilir. Tüm bu sürecin başlatıcısı olarak mikrobiyal dental plak sorumlu tutulmaktadır (1). Mikrobiyal dental plak yapısında barındırdığı çok sayıda mikroorganizma ile periodontal hastalıkların gelişiminde önemli rol oynamaktadır. P. gingivalis ve A. actinomycetemcomitans periodontitis etiyolojisinde rol alan iki ana mikroorganızmadır. Yüksek oranda virülans faktör içeren mikroorganizmaların eliminasyonu için diş yüzey temizliğinin yanında antimikrobiyal ajanlar uygulanmaktadır. Doku içerisine ve diş yüzeyindeki eklentilere penetre olan bakterilerin etkisizleştirilmesi veya yok edilmesi periodontal tedavinin amaçlarından biridir. Profilaktik amaçlı antibiyotik uygulamalarının yanında çok sayıda lokal etkili antiseptik solüsyonların kullanıldığı literatürde yer almaktadır. Hypericum Perforatum özellikle esansiyel yağlarının oldukça yaygın farmakolojik özelliklere sahip olduğu bildirilmektedir. Naftodiantron, floroglucinol, flavonoid, bioflavonoid ve fenilpropanoid içeriği ile yara iyileşmesi, antibakteriyel, antimalarial, antidepresan, antiviral, ve antioxidant etki göstermektedir. Dental çürük yapan ve endodontik enfeksiyonlardan sorumlu oral biyofilm bakterilerinden s. mutans, ve e. faecalis üzerinde antibakteriyel etki gösterdiği tespit edilmiştir. Ancak taramalarımız sonucunda periodontal hastalıkta rol alan a.a ve p. gingivalis gibi gram negatif bakteriler üzerinde hypericum perforatum extraktının etkisini araştıran bir çalışmaya rastlamadık. Bu çalışmada hipotezimiz antimikrobiyal etkisi birçok çalışma ile gösterilen hypericum perfoatum'un farklı periodontitis formlarının etiyolojisinde rolü olan a.a ve p. gingivalis bakterileri üzerinde etkili olacağıdır. Amacımız ise invitro olarak oluşturulan bakteri kültürlerinde hypericum perforatum'un antimikrobiyal etkilerini an...
Astım, genellikle kronik hava yolu inflamasyonu ile karakterize heterojen bir hastalıktır. Hastalarda hava yolu inflamasyonunun derecesine göre nefes darlığı, öksürük, göğüste sıkışıklık whezing gibi solunumsal semptomlar saptanır. Astım tedavisinde kullanılan ilaçlar kontrol edici ve rahatlatıcı (semptom giderici) ilaçlar olarak ikiye ayrılır. Kontrol edici ilaçlar, çoğu zaman anti-inflamatuar etkileri sayesinde, astımın kontrol altında tutulmasını sağlayan, her gün ve uzun süre kullanılan ilaçlardır. Bu tür ilaçların uzun süre kullanımı, konakta özellikle oral florada mikrobiyal kolonizasyonu değiştirmektedir. Hatta, bu hastalarda sağlıklı bireylerde tespit edilmeyen çeşitli oral infeksiyonlar da ortaya çıkabilmektedir. Bu çalışmada astım tedavisinde uzun süreli steroid kullanımının oral Candida kolonizasyonu üzerine etkilerini araştıracağız. Bu çalışmada, bu hastalardan izole edilen Candida tür dağılımını PCR-RFLP yöntemiyle, bu izolatlarda ilaç direncini ve çeşitli virulans genlerinin (ALS ve HPLS) varlığını, sağlıklı kontrol grubuyla kıyaslamalı olarak, araştırmayı amaçladık.
Herpes simpleks viruslar ağız-yüz enfeksiyonları, genital infeksiyonlar, göz enfeksiyonları ve deri enfeksiyonları gibi çeşitli enfeksiyonlara neden olmaktadır. Herpes simpleks virus tip 1 (HSV-1) ve herpes simpleks virus tip 2 (HSV-2), Herpesviridae ailesinin iki önemli üyesidir. Çoğunlukla HSV-1'in neden olduğu enfeksiyonlar orofasiyal, HSV-2 ise genital infeksiyonlarla ilişkilendirilmektedir. Dünyada 500 milyondan fazla kişinin HSV-2 ile enfekte olduğu ve yıllık yaklaşık 25 milyon yeni vakanın eklendiği bildirilmektedir. Bugüne kadar herpes viruslara karşı etkili bir aşı tanımlanamamıştır. HSV-2 infeksiyonlarının tedavisinde bugün asiklovir ,pensiklovir, valasiklovir ve famsiklovir gibi antiviraller kullanılsa da, hastalarda bu ilaçların uzun süre kullanılması, özellikle immunsuprese hastalarda ilaç direncinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Günümüzde antivirallerin kullanımının artmasının bir sonucu olarak toksisite vakalarıyla karşılaşılmıştır. Bütün bu sebeplerden dolayı HSV-2'ye karşı alternatif yeni tedavilerin bulunması bir zorunluluk halini almıştır. Bu çalışmada oksalamit türevi yeni moleküllerin sentezlenmesi ve HSV-2'ye karşı antiviral etkinliğinin in-vitro ve in-vivo olarak değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Helicobacter pylori dünya nüfusunun yarısından fazlasını enfekte eden aktif kronik gastrit, doudenal ülser ve gastrik ülsere sebep olan gram negatif spiral şekilli bir bakteridir. Alışılagelen kombine antibiyotik tedavisi olumsuz yan etkileri ve kombinasyon içerisinde bulunan bazı etkenlere karşı şekillenen antibiyotik direnci sebebi ile başarısızlıkla sonuçlanabilmektedir. Dünya Sağlık Örgütü H. pylori'yi tip 1 karsinojen olarak belirlemiştir. Yapılan çalışmalarda H. pylori ile enfekte insanların %1 ile %3'ü arasında gastrik kanser geliştiği gözlenmiştir. H.pylori tedavisinde en etkili yöntem kombine antimikrobiyel tedavi olup, son zamanlarda kullanılan antimikrobiyellere yüksek oranda direnç görülmesi tedavide yeni etkin moleküllerin arayışını zaruret haline getirmiştir. Literatürde H.pylori'ye karşı birçok natürel komponentin etkinliği araştırılmıştır. Tarih boyunca halk tıbbında da birçok bitkisel ekstrenin mide ve gastrit tedavisinde başarı ile kullanıldığı bildirilmektedir. Son yıllarda özellikle biyoaktif komponentler önemli farmakolojik özelliklerinden ve düşük toksisitelerinden dolayı birçok ülkede önemle üzerinde durulan maddelerden olmuştur. Etkinliği yüksek biyoaktif komponentler arasında probiyotik mikroorganizmaları yeri de büyüktür. Birçok fermente gıdada bulunan, yoğurtta da "starter" kültür olarak bulunan S.thermophilus bu tür mikroorganizmalardan biridir. Daha önce yaptığımız bir çalışmada H. pylori'ye karşı meyan kökü ekstresi olan Glycyrrhetinic asit'in oldukça önemli derecede in-vitro etkinliğini saptadık. Bu çalışmada H.pylori'ye karşı in-vitro etkinliğini belirlediğimiz Glycyrrhetinic asit ile birlikte S.thermophilus'un "cell free" ve hücresel ekstraktlarının kombine kullanımın hem in-vitro hem de H. pylori ile deneysel olarak oluşturulmuş rat gastrit modelinde araştırılmasını amaçladık.
Günümüzde tüm dünyada yaygın ve yanlış antibiyotik kullanımına bağlı olarak gelişen antibiyotik direnç sorunu, bilim adamlarını yeni ilaç etken madde arayışına sürüklemekte olup, bu çalışmaların çoğu doğal kaynaklar üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bitki kökenli fitokimyasallar ile bazı mikroorganizmalar tarafından sentezlenen metabolik ürünler oldukça önemli doğal ürünler arasında yer almaktadır. Probiyotik mikroorganizmalar tarafından sentezlenen bakteriyosinlerle yapılan çalışmalar son yıllarda dikkat çekmektedir. Özellikle laktik asit bakterileri tarafından sentezlenen maddelerin farmakolojik özelliklerinden dolayı çeşitli araştırmalarda kullanıdıkları bildirilmektedir. Lactococcus lactis tarafından sentezlenen Nisin, önemli bakteriyosinlerden biridir.Çeşitli çalışmalarda Nisin'in oldukça önemli farmakolojik etkinliklerinden bahsedilmektedir. Nisin, Lactococcus lactis tarafından üretilen tip-1 lantibiyotik grubu bir bakteriyosin olup, Listeria monocytogenes , Staphylococcus aureus, Clostridium ve Bacillus türleri dahil olmak üzere çeşitli Gram pozitif bakterilere karşı geniş antimikrobiyal aktiviteye sahiptir. Bunun yanında, doğal ürünler arasında özellikle bitkisel kaynaklı fenolikler de son yıllarda yaygın farmakolojik etkinliklerinden söz ettiren maddelerdendir. Bitkisel fenolikler veya fitokimyasalların kanser hücrelerine karşı etkinliği veya anti-inflamasyonda etkili olabileceğini gösteren çalışmalar mevcuttur. Bazı fitokimyasalların yara tedavisinde halk tıbbında, modern tıpta da hücre yenilenmesinde faydalı olduğu bildirilmektedir. Fitokimyasallardan Kapsaisin ve Kumarin'in de antimikrobiyal özelliği nedeniyle çok sayıda araştırmada ve yeni küratif tedavi için ilaç araştırmalarında kullanıldığı bilinmektedir. Bu çalışmada bitkisel kaynaklı Kumarin ve Kapsaisin ile mikroorganizma metabolik ürünlerinden Nisin'nin; MRSA kökenli yara infeksiyonlarına karşı antimikrobiyal etkinli...
3501 - Kariyer
3501 - Kariyer
3501 - Kariyer
1001 - Araştırma
Cumhuriyet Dönemi'nde Çukurova'da Salgın Hastalıklar (1923-1950)
Tıp
Bu projenin temel amacı medikal implantların performanslarını arttırmak için antimikrobiyal özelliğe sahip doğal kaplama malzemeleri ile kaplanması ve karakterizeedilmesidir.4 tabakalı kaplamaların ana bileşenleri, zeolit, kollajen, tannik asit ve uçucu yağ(Thymbra spicataL., Origanum syriacumL., Myrtus communisL.Salvia sclareaL.) gibi doğalbileşenlerdir. Kaplamaların temel bileşenleri ve kaplamalar GC-MS, HPLC, reolojik davranış, X-ışını kırınımı, TGA, FT-IR ve SEM gibi modern karakterizasyon teknikleri kullanılarak testedilmiştir. Antimikrobiyal tabaka Staphylococcus epidermidis,Pseudomonas aeruginosa ve Candida albicans’a karşı test edilmiştir. Titanyum alaşımlı implant üzerine çok katmanlıkaplamalar (4 tabaka) depozisyon işlem durumlarına riayet edilerek aşağıdaki sıra ilehazırlanmıştır: 1-Klinoptilolitin 100ºC’de 72 saat hidrotermal dönüşümü ile elde edilen Zeolit tabakası (Ti-Z)2-80ºC’de 10’luk solüsyon ile hazırlanan Kollajen hidrolizat tabakası (Ti-Z-CH)3-50ºC’de 1’lik solüsyon ile hazırlanan tannik asit tabakası (Ti-Z-CH-TA)4-Antimikrobiyal ajan olarak seçilen Zahter uçucu yağı bulunan Zeolit Zahter uçucu yağı Kollajen hidrolizat sisteminden oluşan tabaka (etken maddelerin kaybını önlemek içinoda sıcaklığında kurutulmuş) (Ti-Antimikrobiyal). Korozyon testi yapılan örneklerde elde edilen elektrokimyasal parametreler zeolit ilekaplanmış implantların en iyi sonuçları verdiğini göstermiştir. Zeolit kaplamak hücre canlılığını2 kat arttırmış ve tannik asit ile çapraz bağlanmışkollajen kaplamalardaise en yüksek hücrecanlılığıgözlenmiştir.Antimikrobiyal özellikte medikal metal implantlar için doğal kaplamaların patent başvurusu yapılmış ve hem ortopedi hem de diş heimliğinde enfeksiyonlu kemik dokuların tedavisinde kullanılma potansiyeline sahiptir.
Gen ekspresyonu, moleküler genetik
Obezitenin periodontitisin de içerisinde bulunduğu birçok sistemik enflamatuvar durum ile ilişkili olduğu gösterilmiştir. Obez periodontitisli bireylerde, obez olmayan periodontitisli bireylere kıyasla enflamatuvar belirteçlerin ve adipokin seviyelerinin daha yüksek olduğu da rapor edilmiştir. Çalışmamızda da periodontal hastalık ve obezite arasındaki çift yönlü ilişkiyi ortaya koymaya yönelik salya ve serum adipokin düzeylerinin ve enflamatuvar belirteçlerin rolünün belirlenmesi amaçlanmaktadır.
Bis yapı taşıyan yeni bileşiklerin sentezi ve antiproliferatif etkilerinin inceenmesi
Diyete Bağlı Obez Ebeveynlerden Olan Yavru Sıçanlarda Davranış ve Kognisyon ile Nöroinflamatuar ve Bellek İlişkili Faktörlerin İlişkisinin Araştırılması
BAŞARILI SPORCULARDA NRF 1 NUCLEAR RESPIRATORY FACTOR GENOTİPLERİ VE ACE ANGİOTENSİN CONVERTING ENZYME GEN POLİMORFİZMLERİNİN ARAŞTIRILMASI
ÇEŞİTLİ KANSER HÜCRELERİNDE VE DENEYSEL DERİ ALTI TÜMÖR MODELİNDE YENİ BENZİMİDAZOL TÜREVİ BİLEŞİKLERİN APOPTOTİK ETKİLERİNİN ARAŞTIRILMASI